Yeni yüzyılının eşiğinde Cumhuriyet ve hedefleri

Değerli hariciyeci ve akademisyen Ahmet Altay Cengizer, “Güç ve Zaman: Büyük Strateji ve Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı” adlı eserinde Türkiye’nin görüldüğünden de daha zengin imkânlara ve parlak istikbale sahip bir ülke olduğunu, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına adım attığımız 2023 yılında bulunduğumuz eşiğin derin ve çok katmanlı anlamlarını ve içerdiği tarihî fırsatları ortaya koymakta. Çerçevesi değişmiş olsa da aynı jeo-stratejik alanda öne çıkan Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dış siyasetlerini dinamik bir tarihsel okuma disiplini içinde ele alarak, bugün varılan noktanın Türkiye için olduğu kadar küresel planda da hangi nedenlerle olağanüstü bir nitelik taşıdığını izah etmektedir. Cumhuriyet’in dayandığı esasların doğruluğu son yüzyılda bölgede ve dünyada meydana gelen gelişmelerle de gözler önüne serilmiştir. Bu çerçevede, Türkiye’nin en güçlü siyasi atardamarı olan Osmanlı-Türk Reform geleneği ve mücadelesinin büyük değerini tüm boyutlarıyla tekrar kavraması gerektiğini vurgulayan bu çalışma, Türkiye’nin kendisini bir “Bölgesel Güç” olarak görmek yerine, bundan çok daha kıymetli ve çok daha geniş açılımlar sunan “Orta Güç” kategorisinde değerlendirmeye başlaması zamanının geldiğini, bu yöne sapmaması hâlinde “Büyük Strateji” de uygulayamayacağı görüşünü savunmakta.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinin; hürriyet fikrinin, bireysel özgürlüğün ve en insanî güdü olan haksızlığa uğramama ve haksızlığa boyun eğmeme şiarının yüzyıllar içindeki evrimiyle uyumlu olduğunu vurgulayan Ahmet Altay Cengizer, “Hür olmak, her an savunulması gereken en büyük ve tek insanî zenginliktir. Toplumun ve bireylerin özgür olması idealinin ardında tarihin içinden akıp gelen büyük mücadeleler yatıyor” tespitinde bulunduktan sonra değerlendirmelerini şöyle sürdürüyor:

Cumhuriyet’in yeni yüzyılı bir okyanus gibi önümüzde açılırken, zamanın bugün için ne ifade ettiği üzerinde düşünmeliyiz. Türkiye’nin ikinci yüzyılında başarması gereken, kendi güç, potansiyel, kapasite, kültür ve hünerleri üzerinde, bunların sağladığı açılım ve dayanaklara basarak evrensel kıstaslara göre yükselmektir. Bu gaye müsait bir dış ortamı gerekli kıldığı içindir ki Türkiye kendisinin Doğu ile Batı arasında konumlandığı zannıyla hareket etmemeli; tarihin akışı önünde güçsüz, sonunda kaybedecek akımların şekillendireceği duraklama ve gerileme ortamlarından uzak durmalıdır.

Yaşadığımız konakta çıkan büyük yangında maddi, manevi ne kadar çok şeyi, nasıl büyük acılar içinde kaybettik! Her din ve milletten insanla birlikte yaşadıklarımızı, hepimizin çocuklarını, genç nesillerimizi yitirdik, gülümsemelerine hasret kaldık. Herkese haysiyetlerinin teslim edilmesi, Şark’ı nihayet ebedî huzura kavuşturacaktır.

Konağımız, sunduğu bütün açılımlarla aynı semtte duruyor. Yangının büyüklüğüne rağmen, çok şey de yerli yerinde… Ülkemiz büyük ve çok özel bir istikbalin sahibidir. Türkiye, yüksek menfaatler söz konusu olmadıkça, bir daha ateşin yanına yaklaşamaz; teni korkar… Bu yüzdendir ki Türkiye revizyonist hareket etmeye ihtiyaç duymayan, doygun ve kendisine yeten, başkalarına da vereceği şeyler olan bir ülkedir. Elbette ki gerçek ihtiyaç gözden geçirmek değil, kazanımlarını topluma yaymak ve dikey derinliklere ulaşmaktır. Kendimiz için daha ne kadar çok şey yapma şansına sahibiz! Türkiye’nin gerçekten istemesi, yeni bir arzuyla yanıp tutuşması gereken her şey de bu noktada toplanır. Bugün de radikal olabilecek hiçbir

söylem ve hareket tarzına yönelemeyiz. Demokrasi içinde halledemeyeceğimiz, çözüm yollarına sokamayacağımız hiçbir meselemiz de yoktur. Lakin Türkiye, bir kültür Cumhuriyeti olmak iddiasından da vazgeçmiş, durup dururken bu idealden kendisini uzak tutmaya başlamış olduğu içindir ki dünyayı da bilinçli şekilde izleme ve anlama, dünyaya kendine yakışan tarzda açılma ve onu etkileme kapasitesini yitirme noktasına gelmiştir. Bu hâlimizin bir izdüşümü olarak, kendi başlarına pasif konumlanmalar olan vatanseverlik ya da yurtseverliğin aktive edilmiş, “perver” niteliği kazandırılmış “vatanperverlik”ten, patriyotizmden uzak düşülmüştür. Bu esasen hiç de gerekli değildi, zira vatanperverane davranışın sağ tarafı da vardır, sol tarafı da…

Ötüken Neşriyat

Tel:(0212) 251 03 50

1935 yılı Ağustos ayında Türk hükümeti gelen bir ihbarla alarma geçer. İhbarı yapanlara göre birkaç kişilik bir ekip Beyrut’tan vapura binerek Atatürk’e suikast düzenleme maksadıyla yola çıkmıştır. Aldığı duyum üzerine hemen harekete geçen hükûmet bir dizi tedbir alır, Cumhurbaşkanı’nın güvenliğini sağladıktan sonra başarıya ulaşamayan bu suikast planının arkasında kimin olduğunu aydınlatmaya çalışır. Soruşturma esnasında bazı devlet adamlarının adının olaya karışması skandalın daha çok büyümesine sebep olur. Yazılı basının bu haberi manşetlere taşımasıyla birlikte, söz konusu girişim halkın da tepkisini çeker. Bütün bu sürecin belki en ilginç yanı ise suikast ihbarını yapan makamın İngiliz Büyükelçiliği olmasıdır. “1935 Meçhul Bir Suikastın Kronolojisi Atatürk’e Suikast ve Sadakat” adlı kitap, diğer teşebbüslerin gölgesinde kaldığı için pek bilinmeyen bir suikast girişiminin tüm detaylarını arşiv belgelerinin ışığında gün yüzüne çıkarıyor. İhbarın yapıldığı ilk andan mahkeme safhasının sonuna kadar süreci bütünüyle ele alıyor. Prof. Dr. Ali Satan’ın İngiliz ve Türk arşivlerini tarayarak, kuyumcu titizliğiyle üzerinde çalıştığı bu eser yalnızca söz konusu suikast teşebbüsünü değil, daha büyük çerçevede Atatürk dönemi Türkiye’sini, özellikle bürokrasinin işleyiş biçimini anlama olanağı sunuyor. Cumhuriyetin 100. yıl dönümüne yaklaştığımız şu günlerde bunu kavramak her zamankinden daha çok önem arz ediyor zira bu suikast gerçekleşseydi yeni kurulmuş cumhuriyetin kaderi bambaşka bir yöne doğru seyredecekti.

Timaş Yayınları

Tel:(0212) 511 24 24

HAFTANIN KİTABI

Dini şeriattan ayıran anlam

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, “Geleneksel İslam’ın Kritiği” adlı kitabının takdimini şu cümlelerle özetliyor: Kur’an vahyinin mahiyetine ilişkin görüşlerim ve geleneksel Allah tasavvuruna yönelik eleştirilerim sebebiyle ağır bedel ödemiş bir İlahiyat akademisyeni olarak, bu kitapta İslam şeriatının büyük ölçüde Arap toplumunda “Cahiliye” (İslam öncesi) döneminde mevcut olan uygulamalara dayandığını, “şeriat” denen şeyin toplumsal düzen ve hukuk alanıyla ilgili olmasından ötürü değişken ve dinamik bir karakter taşıdığını, dolayısıyla temel inanç ve ahlak ilkelerini karşılayan “din” kavramının “şeriat”tan ayrı bir anlam taşıdığını göstermeye çalıştım.

Kırmızı Kedi Yayınevi

Tel:(0212) 244 89 82

Kaybolan Değerler

Büyük mütefekkir Sâmiha Ayverdi’nin külliyatının 46. Kitabı “Sen onu Kaybettin” Kubbealtı Vakfı tarafından okurla buluşturuldu: “Münevver din adamı lâzım bize! Münevver din adamımız yetişse oğlum her şey düzelir. Her şey düzelir. Cemiyeti mayalamaya diyoruz deminden beri. İşte âile bu. Herkes bir din adamıydı eskiden, ona bakarsan herkes bir din adamıydı. Yâni herkeste millî şuurla berâber, dînî şuur da mevcuttu.”

Kubbealtı Vakfı

Tel:(0212) 516 23 56

KÜTÜPHANEMDEN

İki eski asker, iki kahraman ve iki ihtilalci

Uğradığı bombalı suikast sonucu hayata veda eden araştırmacı gazeteci yazar Uğur Mumcu’nun bir kitabı bu hafta köşemizin konuğu. Mumcu’nun yakın tarihe belgelerle ışık tutmak gayretindeki, “Kazım Karabekir Anlatıyor” adlı kitabının ilk baskısı 1990 yılında Tekin Yayınevi tarafından yapılmış. ”Mustafa Kemal ve Karabekir Paşa, ulusal Kurtuluş Savaşımızı kesin utkuya ulaştıran iki eski dost, iki eski arkadaş, iki eski asker ve iki ihtilalcidir” diyen Mumcu yakın tarihimize damgasını vurmuş bu iki kişinin yollarının nerede ayrıldığını belgelere dayanarak anlatıyor. Karabekir’in günlüğünden yola çıkarak devrim tarihine ışık tutmayı amaçlayan Uğur Mumcu bu çalışmasıyla şu soruların cevabına da açıklık getiriyor:

Başkomutan Gazi Mustafa Kemal ile Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’in araları niçin açılmıştı? Erzurum’da birleşen yollar, Ankara’da neden, nasıl ve niçin ayrılmıştı? Karabekir’in günü gününe tuttuğu anılar, niçin yasaklanmıştı? Atatürk’ün Kazım Karabekir’in 1933 yılında yayınladığı kitaba verdiği yanıtlarda neler yazılmıştı? Atatürk Halife ve sultan mı olmak istemişti? Kurtuluş Savaşı’nda Paşalar birbirlerini niçin Bolşeviklikle suçlamıştı? Karabekir, Padişahçı ve şeriatçı mıydı? Mustafa Kemal, Musul’u alma planından niçin vazgeçmişti?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir